Pir Sultan Abdal'dan:
Hakkın kapısını ben açık buldum
İptida rehberim ben anda buldum
Aldım rehberimi ben dâra durdum
Mürşid eyvallah babam sana eyvallah
***
Mansur Hakkım dedi buldu dârını
Talib burda çeker ahret zarını
Cümle kazanç ile küllü varını
Hak bildiği yola vermeli imiş
***
Hey erenler benim yüzüm yerdedir
Yüzüm yerde ise özüm dârdadir
İkrar nerde ise iman ordadır
Bin kânım var bir mürüvvet erenler
***
İlettiler bizi Mansur dârına
İman ikrar getir derler pirine
Lanet olsun ikrarından dönene
Seher vakti Oniki İmam sen yeriş
A) Dâr
1) Giriş ve Dâr Söylemleri
Alevi-Bektaşi inanç ve yaşam biçiminde musahiblik kurumundan sonra en önemli toplumsal öge Dâr olayıdır. Toplumsal öge diyoruz. Çünkü Dâr kullanılış biçimine göre işlev kazanır.
Alevilikte bilindiği gibi tapınç bireysellikten uzaklaştırılmıştır; yani inanan kişi, birey görünmez-mekândan münezzeh Tanrısıyla başbaşa, mırıltılar ve belirli hareketler içinde zamanını geçirmez. Mırıldandığı sözlerin anlamlarını bile bilmeden, edilgen bir gösteriş içerisinde çevresinden ilişkisini kesen insan tipine yer yoktur Alevi toplumunda.
Tapınmayı toplumsallaştırmış olduklarından yeniyetmesi, kadını, erkeği birarada; yıllık kusur ve günahlarından arınmış-durunmuş ve bir can bir vücut olarak Tanrı'nın huzurundadırlar. Ama yanlarına aldıkları, yüreklerini dolduran insanlaşan, kendilerinden biri olan Tanrı'ya tapınırlar.
Yanlış anlaşılmasın putunu heykelini yaparak, yani cisimleştirip yanlarına almış değillerdir! Varlık ötesi kavramsallığı içindedir; yokluğun sonsuzluğu ötesindedir Tanrı hep. Ancak Allah-Muhammed-Ali üçleminde birlenip nurlanmış ve erler-evliyalarda varlık alanına çıkıp (Epiphaneon) insanlaşmıştır.
İşte Tanrı görünüşlerinin gizleri burada saklıdır. İnsanda zuhur etmeksizin, kendisine hiçbir tapınma buyuramıyacak saf bir belirsizlikten ötede birşey olamaz. Eğer bir Tanrısal görünüm olarak varlık alanına çıkmak kaçınılmazsa, zihinsel vizyona insan görünüşlü, insana dönüşerek (theophanie anthropomorphosique) girip tamamlanır. (H. Corbin: Temps cylique et gnose İsmailien, s. l88)
Nesimi'den vereceğimiz iki beyitle açıklığa kavuşturmayı deneyelim:
Bu belayı dilarayı temaşa eyle ey dil
Acep suret acep heyet budur Tur-u kelamullah
Acayip mazhar-ı Haktır Huvellah-ül ebed daim
Eğer Hak'tır desem vacip budur celle celalullah
Yani: Ey gönül gel de seyreyle bu belaya duçar olanı! Hem suret hem de Tur'daki Allah kelamının heyeti budur. Yüzün, ezelden ebede daim olan Tanrı'nın görünümüdür dersem vaciptir; ulu Allah'ın kendisisin!
Kur'an'da, Tanrı Adem'i yaratırken, kendi özünden kattığı-ruhundan üflediği ve tüm göksel varlıkların onun önünde secde edip tapınmalarını buyurduğu yazılı değil mi? Dört büyük meleğin itaatına karşılık, Azazil (Şeytan'ın melekken çağrıldığı ad) kendini üstün tutarak bu göksel Adem'e (Theos-anthropos) secde etmemesiyle başlayan göksel dramda Şeytan yenik düşüyor. Böylece bilinemez-anlaşılamaz Tanrı (Theos agnostos), Tanrısal yüceliğine Dieu supreme (anotatos theos) olarak ve ilk yönetici (proarkhe) yaratıcı olarak Adem'le bütünleşiyor. Ve al Tavhid oluşuyor; İlk Us (pro logos, premiere intelligence, akl awwal) yüce adı (ism-i azam) ile Allah yaratılışı tamamlanıyor.
Muhammed'in mirac yükselişinde; Musa'nın Tur-i Sina'da ateş parıltıları içinde, sesini duyabildiği Tanrı'yı "genç, tüysüz ve güzel bir delikanlı'' olarak gördüğü söylenmiyor mu? En kestirme deyişle bütün bunlar Alevi-Bektaşi inanç ve felsefesinde "insanlaşan, insanda tecelli eden Tanrı'' kavramına ışık tutmakta ve düşünsel köken olusturmaktadır. Öyleyse insana secde etmek, yüce buyruk olduğuna göre "İnançsızsınız, şeytandan farkınız yok!'' diye kendi dışındakileri suçlasalar da haklılıkları yok değil.
Nitekim Yunus Emre şöyle demektedir:
Evvel benem ahir benem canlara can olan benem
Azıp yolda kalmışlara Hızır medet olan benem
Dost ile birliğe biten buyruğu ne ise tutan
Mülk yaratıp dünya düzen ol bahçevan heman benem
Halk içinde dirlik düzen dört kitabı doğru yazan
Ağ üstünde kara düzen ol yazılan Kur'an benem
Yunus değil bunu diyen kendiliğidir söyleyen
Kâfir dürür inanmayan evvel ahir heman benem
Tanrı'nın kendisi olduğunu, insanda varlık alanına çıktığını söyleyerek, inanmayanı kâfirlikle suçluyor açıkça. Şimdilik Mirati ve Türabi Sani'den birer beyit Mihrabi'den bir nefes sunarak kendi söylemleriyle kapatalım:
Secde eyle âdeme, İblis gibi ar eyleme
Emr-ü nehyini bil Hakkın, mekânın inkâr eyleme
Sâb-ı emretde göründü Ahmed'e Rahman-ı Hak
Suret-i Rahmandır Adem, secde kıl ferman-ı Hak
Allah deyip bağırma
Uzak sanıp çağırma
Hakk'ı dilden ayırma
Şeytan güler bu hale
Evvel ü ahir odur
Zahir ü batın odur
Hazır ü nazır odur
?????... ...
Men aref den al sebak
Ariflere doğru bak
Senden sana yakın Hak
Eriş o layezale
Hayali bir yerdesin
Sen arada perdesin
Hak sende sen nerdesin?
Nedir suale cevap?
Arşı rahmandır yüzün
Anı şerheder yüzün
Arif bilmez m'iç yüzün
Açma sırrı nadana
Kuranidir sözümüz
Rahmanidir yüzümüz
Hakkı görür gözümüz
Aldanmayız hayale
"El insan ü vel Kuran''
Hadisdirür bu tüman
Sözün bilmezse insan
Nice ersin kemale
***
Baba deyip Adem'e
Secdegâh ol aleme
Hateme gir hateme
Döndür yüzün cemale
Dâr Sözcüğünün Açıklanması
Sazı ve sözüyle, müziği ve dansı (semahı) ile birlik ve birliktelik içinde yeyip içerek, muhabbet ederek günahtan kusurdan soyunma ve topluma karşı görevlerini yerine getirme; iyi insan, yararlı-olgun insan olma amacına yönelik Alevi-Bektaşi toplu tapınma törenlerinin hemen her aşamasında Dâr vardır. Kullanıldığı erkânın amacına uygun olarak işlevini sürdürür.
Örneğin kardaşlık tutmada musahib adayları Dârda durup "Yola girme andı (İkrar verme)'' içerler. Başokutma (Boyverme) sırasında talipler yaptıklarını-ettiklerini, kötümcül yanlarını ortaya döktükleri; ağlattıkları varsa güldürdükleri, döktükleri varsa doldurdukları yerdir Dâr. Alevi toplumunun hukuksal sorunları; şikâyet, sorgulama, yargılama ve cezalandırma-aklama Dâr olayı içindedir.
Türkçede çoğunluk Alevi literatüründe kullanılan Dâr sözcüğü, hem Farsça hem de Arapçada bulunmakta ve farklı anlamlar taşımaktadır. Arapçada "yer, yurt, ev alem'' anlamlarına gelirken, İran dilinde "Dârağacı'' demektir. Osmanlıcada her iki dildeki anlamları da kullanılmıştır.
Örneğin; Nabi "Dâr-i gurbette bulunsa âşinalardan biri (Yaban yerde bir dost bulunsa)'' diye yazarken, Şeyh Galib "Çıkmak ser-i dâra hem çü Mansur (Mansur gibi Dârağacının başına çıkmak)'' biçiminde dizelerinde kullanmışlardır. Yine örneğin "dâr-us Saâdet, dâr-ül mülk, dâr-ül fünun vb.'' biçiminde tamlamalar üretilerek, kurul ve kurum adları oluşturduğu gibi; Farsça "tutan, sahip, malik'' anlamında suffix (sonek) "-dâr'', Osmanlıcada da kullanılarak "âlemdâr, bayrakdar, hazinedar, mühürdar, silahdar vb.'' biçiminde çok sayıda ünvan ve meslek adları türetilmiştir.
Alevi-Bektaşi inanç ve tapınma düzeninde dâr sözcüğü bir yerde "Dârağacı, yer, meydan-alan'' anlamlarını simgesel olarak taşımakla birlikte, toplumsal boyutlar içinde kavramsallaşmıştır. Dâr sözcüğünün en Dâr anlamını Cem törenlerindeki bazı söylem biçimlerinde buluruz. Aşağıda göreceğimiz gibi Dâr sözcüğü, birlikte kullanılan fiile göre anlam nüanslarıyla işlev değiştirmektedir. Bu ifade biçimleri, yani söylemleri açıklığa kavuşturduktan sonra Görgü cemlerindeki geniş uygulamalarına geçmek istiyoruz.
Dâra Durma - Peymançeye Geçme
Görgü cemlerinde uygulanan önemli erkânlar gereği, yani musahib tutma ve başokutma ve diğer dârlarda pir huzurunda meydana çıkıp durmaktır. Kent Bektaşilerinde peymançeye durmak adı verilmektedir. Kırsal kesim Alevilerinde daha çok Türkçe olarak ayak mühürlemek ya da ayakları mühürlü olmak adı verilir. Aşağıda tarihçesinden söz ederken açıklayacağımız gibi Dâr, bu sözcüğün aslı olan Farsça paymaçan duruşuyla Alevi törenlerine girmiştir.
Yalınayak, başaçık ve Allah-Muhammed-Ali üçleminin simgesi olan üç düğümlü belbağı (kemerbest) bağlanarak dâra durulur. Sağ ayağın baş parmağını solunki üzerine koymadır, ayak mühürlemek. Ayrıca sağ kollar, sağ kol solun üzerine getirilerek çaprazlama göğüs üzerine konulur. Parmaklar kapalı olarak omuz başlarına dokunur. Ya da sol kol yana salınırken, sağ kol dirsekten bükülerek el kalbin üzerine gelecek biçimde göğse bastırılır.
Çoğu kez dârda duran talibin başı sağ veya sol omuza düşükdür. Bu duruş Dârağacına çekilmiş insanın (hiç kuşkusuz Hallacı Mansur'un) görünüşünü simgeliyor olmalıdır. Kısacası ikrar verip, yani musahib olup yola giren canlar, bu ilk törenden başlayarak başokutma, görülüp sorulma ve diğer durumlarda dâra durmak zorundadır. Çünkü dâr Muhammed-Ali'nin ve dâr meydanı erler-erenler ve veliler meydanıdır. Bu inançla hareket edilir.
Dâra Çekme - Dâra Çekilme